SEN gerçekten ne istiyorsun?
12 Haziran 2017 Pazartesi
Bir Kişiliğiniz Var Mı?
12 Haziran 2017 Pazartesi

SİZ değer vermeyi bilir misiniz?

Uzun bir süredir ekonomik değer, maddi nesneler ve bizi fiziksel açıdan uyaracak deneyimleri, esas ‘değer’ ölçülerimiz olarak aldık. ‘Daha çok’un daha iyi anlamına geldiği bize o kadar sık söylendi ki, ‘değeri’ miktar/sayı ile ölçmeye başladık. Bunun sonucu olarak da, miktarın kaliteyle karıştırıldığı bir dünyada yaşıyoruz.

Şirketiniz ne kadar büyük bir miktarda belli bir ‘veriye’ sahipse, borsadaki ‘mali’ değeri de o kadar büyük olur. Topluma sunduğu hizmetinin değeri ise neredeyse hiç dikkate alınmaz. Zenginlerin varlıklarını karşılaştıran listeler yayınlanır, oysa o kişiler o kadar zengindir ki, karşılaştırmalar tamamen anlamsız kalır. Yüz milyar belki de daha büyük ‘maddi değerde’ olabilir, ancak bu miktarda olan kişisel varlık gerçekten daha tatmin edici ve sonuç olarak da elli milyardan daha büyük ‘kişisel’ değere sahip midir?

Sanat dünyasında bile değer genellikle sayısal bir kıstas ile ölçülür. Picasso, yirminci yüzyılın en büyük sanatçısı olarak kabul edilir: tabloları en yüksek fiyattan satıldığı için daha değerli olduklarına inanılır. Uzmanlar, pahalı bir tablonun ucuz bir tablodan daha değerli olduğunu düşünseler de, tablonun değeri yine de bakan kişiye bağlıdır. Çünkü ‘gerçek değer’, kişisel olarak atfettiğimiz estetik bir ölçüttür (kalitedir), topluca onaylanmış maddi bir değerlendirme (miktar) değildir.

Yaşamımızdaki deneyimlerimizin bazılarına diğerlerinden daha fazla ‘değer’ veririz ve bu deneyimlere sayısal veya miktar açıdan bir değer vermek imkânsızdır. Bu deneyimlerin bazıları zihnen ve kalben huzurlu olmak, sevgi alıp vermek, doğru olanı idrak etmek ve kendi mutluluğumuzu yaratmaktır. Çoğunlukla kendi bilincimiz olarak adlandırdığımız evrenin diğer parçasında, yani ruhsal boyutta, ‘daha büyük maddi bir miktar’ daha büyük bir değere sahip DEĞİLDİR.

Değer Karmaşası, Çatışma ve Krizi

‘Değer’ sözcüğünün çoğu zaman yanlış bir şekilde kullanılmakta olduğunu görüyoruz. Bu durumda da, sözcüğün gerçek anlamı belirsizleşmekte, hatta çoğu zaman da kaybolmaktadır. Bunun sonucu olarak da bireysel seviyede bir ‘değerler karmaşası’, insanlar arasında bir ‘değerler çatışması’ ve toplumsal boyutta da artık sıklıkla gördüğümüz ‘değerler krizi’ ortaya çıkmaktadır. ‘Değer’ ve ‘değerler’ kavramının, ihtiyaç, arzu, bağımlılık ve inanç gibi kavramlarla karıştırılması, bu anlam kaybının bir sebebi ve de aynı zamanda sonucudur.

Bir şeylerin eksik olduğunu hissedip ona inandığımızda, içimizde bir ihtiyaç doğar. En dünyevi, yani maddi seviyede, her gün A’dan B’ye gitmek için ulaşımımız olmadığında, bir arabaya ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, bu yolculuğu gerçekleştirmek için iki yöntem daha varsa, kendimize tam olarak dürüst olmamız gerekir, çünkü gerçekte, bu ihtiyacımız büyük ihtimalle gizlenmiş bir arzudur. İhtiyaç arzu değildir. Ama biz arabaya olan ihtiyacımızı şöyle dile getiririz, “yolculuk yapabilmem için bir arabam olsa çok iyi olur”. Aslında sadece başka bir şeyle gitme seçeneğiniz olmadığında gerçek bir ihtiyaç olur.

Değer ve Bağımlılık

Gerçek hayatta, araba gibi nesneler sadece kullanım için alınan objeler değiller. Bir işlevi yerine getirmeleri için değil de, bir moda olarak bize satılırlar. Arabayı (boyu, rahatlığı, ekonomikliği, stili, prestiji vs.) gibi belli sebeplerden ötürü aldığımızda, değer, ihtiyaç ve bağımlılık iç içe girip ayırt edilemez olurlar. Gıcır gıcır bir araba aldığınızda veya bir lüks içinde seyahat ettiğinizde, ihtiyaç gibi görünen arzunuz karşılanmıştır. Araba bu durumda sadece pahalı ve gösterişli olduğu ve dolayısıyla da o kişinin imajına hizmet ettiği için bir ‘arzu’ haline gelir. Araba böylelikle ‘bağımlılık’ halini alır. Değerlerimiz hakkında belirsiz olmamızın asıl sebeplerinden biri, bilincimizde bağımlılığın oluştuğu an, ‘değer’ vermenin, yani biri veya bir şey ile gerçekten ilgilenmenin neredeyse imkânsız hale geldiğini genellikle fark etmeyiz.

Bunu nerden anlarız? Bağımlılığımız olan bir ‘objeye’, yani kişi veya nesneye bir şey olduğunda, duygusal üzüntü yaratırız. Veya önem veriyor gibi göründüğümüz kişi ‘arzu ettiğimiz’ gibi davranmadığında, duygusal üzüntü yaratıp bizi üzdüğü için onu suçlarız. Şunu fark edin; duygusal bağlamda üzüntü duyup başkalarını suçladığınızda, onlara ‘önem veriyor’ olamazsınız. Böyle anlarda ‘değer’ veriyor olamazsınız.

Değer, İsim değil, bir Fiildir!

‘Değerin’ en basit açıklaması ‘ilgilenmektir’. Gerçek anlamda ‘değer’ bir isim değil, bir fiildir. ‘Değer’ verdiğiniz şeyle ‘ilgilenirsiniz’, ancak bunu da onun için ‘endişe etmek’ ile karıştırmayın, (endişe etmek korkmaktır, ilgilenmek değil). Bir arkadaşlığa değer verdiğimizde, diğer kişiyle ‘ilgileniriz’ ve bu ilişkiye büyük ihtimalle herhangi bir ilişkiden fazla ‘ilgi gösteririz’. Bunu da ‘bağımlılıkla’ karıştırmayın!” Herhangi bir şeyle ‘ilgilenmek’, yani ‘değer vermek’, özün bencillikten veya onun uzantıları olan öfke ve korkudan özgür olması gerektiği anlamına gelir.

Biri arabaya zarar verdiğinde öfkeyle tepki verirsek, o kişiye yönlendirdiğimiz öfke bencil bir tepkidir. Bu, arabayla veya o kişiyle ilgilendiğimiz anlamına gelmez; bu, öyle görünse bile, arabaya değer verdiğimiz anlamına da GELMEZ! Sadece bir metal parçası zarar gördüğü için olayı kişisel olarak algılayıp incindiğimizin göstergesidir. Biz sadece kendimiz ve duygularımızla ilgileniriz. Arabaya ‘değer’ vermiyor, ona bağımlı oluruz. Bu şekilde değeri bağımlılıkla karıştırırız.

Benzer bir biçimde, birine değer verdiğimizde, sevgiyi o kişiyle ilgilenerek gösteririz. Onlarla ilgileniriz. İlgilenmek, sevginin eylem halidir. Ama onlar başkasıyla konuşurken kıskanırsak veya davranışları bizi kızdırırsa, sevgi kaybolur, ilgilenme hali yok olur ve onlara karşı düşmanlık, kızgınlık veya öfke göstererek, onlara artık ‘değer’ vermeyiz. Gerçekte belki de onlara hiç ‘değer’ vermemiş, yani hiçbir zaman gerçekten onlarla ilgilenmemişizdir. Onun yerine büyük ihtimalle onlara sadece ‘bağımlı’ olmuş, onlardan bir şey alma ihtiyacı duymuş ve onlar da bize birdenbire istediğimiz şeyi artık vermez olmuştur. Ve böylece değer ve bağımlılık birbirinden ayrılamaz hale gelmiştir.

Değerlerimiz hakkında net olabilmemiz için dil çok önemli bir rol oynayabilir. ‘Değerlerimizi’ birer nesne haline getirip, onlardan ‘çoğul’ halinde bahsettiğimizde, değerlerin sadece sayıyla ölçülebilen ve bu yüzden de hesaplanıp elde edebileceğimiz ‘şeyler’ olduklarını ima ederiz. Ancak ‘değer’ bir isim değil, bir fiildir. Değer, yaptığınız şeydir, elde ettiğiniz veya sahip olduğunuz bir şey değildir.

Değer, bir nesne veya bir ilişkiye veya herhangi bir nesneye atfettiğimiz bir şeydir. Maddi seviyede bu çok barizdir. Bir kilo elmaya 5 lira değerini atfederiz, bir arabaya da 60.000 lira. Ancak maddi olmayan seviyede, sadakat, saygı, güven gibi gözle görülmeyen özelliklere ‘değer verme’ işlemini ‘görüp yapmak’ o kadar kolay değildir. Çoğunlukla maddi olana odaklanmamızı öğreten dünyada, ‘değerlerimizi’ araba ve ev gibi nesnelerle belirlemeyi öğreniriz. Böylelikle de değerler ‘eşya’ haline gelir. Çok az sayıda kişi, değerin yaptığımız bir şey olduğunu öğrenir. Ancak, sadece herhangi bir bağımlılık olmadığında bunu tam olarak yapabilirsiniz. Nasıl ‘değer verildiğine’ dair de çok az eğitim alırız.

Değerin Yedi Kâsesi

Kişisel değerlerimizi, yaptığımız seçimler aracılığıyla keşfedip ortaya çıkarırız. Birtakım maddi olmayan, ama bariz bir şekilde ‘değerli’ olan şeyler arasında seçmek zorunda kaldığımızda nasıl davranırız? Bazı şeylerin eşit değerde olduğunu düşünüp, karar veremiyor olabiliriz. ‘Atfetme yeteneğinizin’ netliğini ölçmek için ilginç bir alıştırma vardır.

Üstünde yedi tane kâse bulunan bir raf hayal edin. Kâselerden bir tanesini ona vermeniz için yanınızda bir cin beklemekte ve ilerde, tek bir kâse kalana kadar, tekrar ve tekrar geri dönüp her seferinde bir kâse götürebileceğinizi bilmektesiniz. Bu kâseleri dikkatlice gözünüzün önüne getirin. Her birine ‘atfettiğiniz’ değere göre, bir sıraya koyup karar vermek zorundasınız. Diğer bir deyişle, her kâsenin içindekine atfettiğiniz değere göre seçim yapmanız gerekecek.

1. Birinci kâse bir parfüm şişesi gibidir ve tüm endişelerinizi yok edecek sihirli bir merhem içerir.

2. İkincisi uçan bir kuş şeklindedir ve olumlu düşünce barındırır.

3. Üçüncüsü de bir hediye gibi paketlenmiştir ve arkadaşlarınızın iyi dileklerini içerir.

4.Dördüncü kâse basit kil ve çamurdan yapılmıştır, ama yüzeyine ışık vurduğunda kadim zamanlardan kalma şekiller görebilirsiniz. İçinde de sizin, yani ruhun tam olarak nasıl çalıştığına dair kadim bilgeliği barındırır.

5.Beşincisi bir küre şeklinde ve porselenden yapılmış bir heykelin omuzları üzerine konmuştur. İçinde en yakın arkadaşınızın duygusal desteği vardır.

6.Altıncısı kenarları elmaslarla süslenmiş şeffaf camdan ve yaratıcı yeteneklerinizi içermektedir.

7.Yedincisi avuçlarını açmış iki ele benzer ve ebeveynlerinizin hayırdualarını içerir.

Hangi kâseyi hemen vermeye hazır olduğunuzu seçin ve ondan sonra da ileride tekrar yapmanız gerektiğinde hangi sırayla seçeceğinize karar verin.

Seçimlerinizi yaptıkça birine veya bazılarına diğerlerinden daha çok değer veriyor olacaksınız. Değer atfederken, değerler arasında fark yaratan hangi içsel yeteneğinize başvurduğunuza dikkat edin. Bu yetenek, huzur, sevgi ve hakikatin birleşimidir. Kendi içinize bakıp net bir şekilde görebilmek için içsel huzura gerek vardır – bu da herhangi bir arzunun olmaması anlamına gelir.

Açık olmak, yedi kâsenin her birinin kalitesini ayırt etmek ve birine, diğerlerinden daha bağımsız ve derin bir ‘ilgi’ atfetmek için sevgi gerekir. Bunu yapabilmek için, bizi ona bağlayıp kaybetme korkusu yaratacak ve böylelikle de ‘atfettiklerimizi’ sabote edecek herhangi bir bağımlılığımız olmamalı!

Ve içinizde doğuştan var olan anlayış ve farkındalık anlamında hakikat olmalı ki, hangisinin kendinizle ve etrafınızla olan uyumunuzu destekleyeceğini ayırt edebilin. Bu da, her kâsenin içindeki ‘ürünün’ hakiki olanla ne açıdan uyumlu olduğunu, önyargısız, önceden programlanmış inançlardan özgür olarak değerlendirmeniz gerektiği anlamına gelir.

Of! Bu ‘değer atfetme’ işi çok zor!

‘Değer atfetme’ sürecinde çoğu zaman en çok değer verdiğimiz şeyleri açığa çıkarmamız ilginç değil mi? Bunlar huzur, sevgi ve hakikat gibi değerlerdir ve onlara bazen de ‘ruhsal değerler’ deriz. Sonuç olarak da bu, en çok değer verdiğimiz şeylerin zaten bizde var olduğu ve hatta bu değerleri kendimizin temsil ettiği anlamına gelir!

Bu sebepten ötürü belki de erdemler ve değerler içimizdeki en derin seviyede yüz yüze gelir, çünkü sonuç olarak ikisi de aynı şeydir. Bizden ayrı olan ürünler değil, tam tersine onlardan yola çıkarak her şeye değer verebileceğimiz kendi öz doğamızdır. Sonuç olarak da, onlar birer ‘var olma durumudur’ ve biz de bu durumların ‘içinde’ olmazsak, ne değer vermeyi düşünebilir, ne de bunu süreç olarak gerçekleştirebiliriz. O zaman da değeri net, berrak ve tam olarak atfedemeyiz.

Gerçekte bize değer atfetme yeteneğini veren sevginin varlığıdır. Ve sevginin varlığı da sadece huzurlu bir durumda mümkündür.

Özet olarak, değerlere sahip değiliz, değerleri atfederiz. Değerler, birbirinden ayrılaştırılan şeyler değiller.

Sadece huzurlu ve sevgi dolu olduğumuzda önyargılarımız araya girmeden doğru bir biçimde değer atfedebiliriz. Değerlerimizi nesne haline getirdiğimizde, değerleri bağımlılık ve arzularla karıştırırız. Değer, isim olmadan çok önce bir fiildir.

Tamamen bilincimizde var olan bu derin ve muhteşem alana olan yolculuğumuz bu şekildedir.

Soru: Değer ve değer vermek arasındaki fark nedir?

Düşünce: Özgürlüğümüze değer verdiğimizi söyleriz, hemen arkasından da birinden veya bir şeyden ‘nefret ettiğimizi’ söylediğimizde, özgürlüğümüzden vazgeçtiğimizi anlamayız bile. Nefret ettiğimizde, nefret ettiğimiz nesnenin kölesi haline geldiğimizi idrak etmeyiz. O an özgürlüğümüzü kaybederiz. Değer verdiğimiz şeyi öldürürüz, ancak bunu anlamayız. Benzer bir örnek aklınıza geliyor mu?

Eylem: Bu hafta her gün yukarıdaki kâse egzersizini yapın ve yanıtlarınızın hem ne kadar farklı olduğunu, hem de bunun arkasında yatan sebepleri görün.

Mike George 2015