Ruhsal Bağışıklık
12 Haziran 2017 Pazartesi
“Daha Fazlasına Sahip Olmam Gerek!” – Bağımlılık Hastalığı
12 Haziran 2017 Pazartesi

Zor Kullanmayı Bırakalım!

“Sonuçları görmek isterseniz, olayların gelişmesini sağlamanız gerekir… yıldızlara uzanmanız gerekir… fırsat varken, gidin ve sahip olun… onu gerçekten ne kadar istediğinizi kendinize sorun… kimseye veya hiçbir şeye size engel olmasına izin vermeyin!”  Birçok insan, yaşamlarında zor kullanarak bu motive edici klişe sözleri kullanır. İçimizden bazılarını da gerçekten motive eder. Çok hırslı çalışan biri, en üst yönetici koltuğuna erişir; yetenekli ve şöhret peşinde olan bir sporcu, dünya şampiyonu olabilir; baskı altında olan bir iş insanı, ticari bir imparatorluk kurabilir, ergen, saf bir siyasi aktivist, başbakan olabilir.

 

Ancak hangi bedeli ödeyerek? Bazıları, eğer gerçekten istedikleri şeyi eldi ettiyseler, hiçbir bedel ödemediklerini iddia ederler. ‘Git ve hayallerini gerçekleştir’, derler! Başkaları için bedel büyüktür, çünkü bir ilişkiyi feda etmek zorunda kalırlar veya içlerinde çok derin bir yerde, yapmak istemedikleri bir şeyi yapmak zorunda olurlar veya asıl değerlerine aykırı bir davranış sergilerler ve bunun hepsini de, sadece nerede olmaları gerektiğine “inandıkları” için yapmış olurlar. Bu inancı ise, bulundukları kültürden kör bir biçimde benimsemiş bulunurlar.

 

Her şey, başarıya hangi anlamı yüklediğimize bağlıdır. Başarının bazı anlamları, sizi kesinlikle stresli bir yolculuğa götürür. Denir ki, bir şeyi sadece iyi değil de, harikulade yapmak isterseniz, aşağı yukarı on bin saat yoğun bir biçimde çalışmanız gerekir. Ancak çalışmanın arkasında ne yatar? Bazıları, kendilerine belli bir şeyi yapabildiklerini kanıtlamak istedikleri için çalışırlar. Başkaları, diğerleri tarafından takdir görme ihtiyacı duydukları için kendilerini sıkıştırırlar. Bu, kendilerini zorladıkları anlamına gelir. Başkaları ise, sadece zevk için çalışırlar ve bu çalışma, onları kudretli kılar. Bu çalışmalardan biri insanı tüketir, diğeri ise enerji verir. İkisi de mükemmel bir iş başarabilir, ancak biri, hedefine ulaştığında büyük ihtimalle yorgun ve bitkin, diğeri ise, hedefine seke seke ve gözleri ışıldayarak varır. Onların coşkusu hiçbir biçimde azalmaz.

 

Siz devamlı eylem yapan biri misiniz?

 

Hayatta başarılı olmak için kendimizi zorlamamız gerektiğini öğrenmişizdir. Toplumsal bir iş anlayışı veya çok hırslı bir ebeveyn bunu bize muhtemelen öğretmiştir ve hedefimize ve kaderimize ulaşmak için en çok başvurduğumuz yol hep bu olmuştur. Ancak, bu yöntemi bir yaşam tarzı olarak ele aldığımızda, bu yaşam tarzının genellikle aydınlanmış olmadığını ve bu yüzden de pek mutluluk veremediğini görürüz. Örneğin, başkalarıyla bir ilişkiyi sürdürme konusunda çok başarılı değildir, çünkü manipülasyona ihtiyacı vardır. ‘Eylem’ konusuna geldiğimizde, bize çok fazla enerji vermediğini görürüz. ‘Elde etme’ konusuna geldiğimizde, bu tarzın daha çok eylem odaklı olduğu ortaya çıkar ve bunun sebebi de, bizlerin öncelikle varlıklar olduğumuzu unutmamızdan kaynaklanır. Eylem bizi bağımlı yapar ve en çok iş kolikler hayatlarını kendilerini zorlayarak sürdürürler.

 

Olayların ve ilişkilerin düzgün gitmediğini fark ettiğimizde, bir şeyleri zorladığımızı biliriz. O yüzden zorlama mutlu ve hoşnut bir bireyde nadiren görülür. Zorlamayı seçen biri, devamlı çaba ve mücadele gösterir ve sürekli başkalarını bir kenara iter! Bu, huzurlu ve doğal bir biçimde yaşayan birinin özellikleri değildir. Gerçekten seven bir eş, zeki bir yönetici veya ilgili bir ebeveyn zorlamaz. Zorlamaya başladıklarında hepsi, istediklerini elde etmedikleri an, epeyce kızarlar. Güç kullanmanın en önde gelen göstergesi kızgınlıktır!

 

O zaman hayatınızı zor kullanmadan sürmenin alternatifi nedir? Yaşam, başkalarını devamlı zorlamadan, ısrar ve manipüle etmeden, çaba harcamadan, mücadele etmeden, ikna etmeye çalışmadan ve sonunda duygusal sömürüye başvurmadan nasıl sürdürülebilir?

 

Enerjimizi daha nazik ve etkili kullanmak için, kolay bir geçiş yapabiliriz. Bu, zorlamak yerine kudrete olan geçiştir. Bu geçişte, algılarımızda ve eylemlerimizde değişime gideriz. Böylece, her yaptığımız eylemi daha ‘etkili’ bir biçimde yaparak, daha huzurlu, hoşnut ve sevgi dolu bir hayat yaşayabiliriz.

Aşağıda bazı geçiş türleri anlatılmaktadır. Onlar size zorlamaya mı başvurduğunuzu, yoksa gücünüzü mü kullandığınızı görmeye yardımcı olacaklardır.

 

1. Nesnelerden İnsanlara Geçiş

Zorlama, insanlara bir nesneymiş gibi davranmak, onları bir tür kaynak olarak görmek ve onlara iş yaptırmak anlamına gelir. Oysa kudret, insanları görmek ve onlara yanıt vermek demektir! Bu diğer kişiyi görmek ile başlar! Diğer kişiye nasıl bakar ve nasıl algılarsınız; onu bilincinizde nasıl yaratırsınız? Başkalarını, sizin için bir şey yapması veya bir şey vermesi gereken biri olarak görürseniz, onları kişilikleriyle takdir ediyormuş gibi ‘görünseniz’ bile, onları aslında büyük olasılıkla bir nesne olarak görürsünüz. Bu tür bir bakış, beklenti ve arzu yaratır. İşte o zaman birine istediğimiz veya yapılması gerektiğini düşündüğümüz bir şeyi açık bir biçimde yapması için zorlamaya ve manipüle etmeye başlarız.

 

O zaman da, hem tutumumuzda, hem de davranışımızda zor kullanmış oluruz. Başkaları da, kendileriyle bir bağ kurmadığımızı, onun yerine, kendilerini ihtiyaçlarımızı yerine getirecek bir kaynak olarak gördüğümüzü anlarlar. Bu durum pek çok iş yerindeki ilişkilerin özünde yatar. İnsan Kaynakları terimi de buradan çıkmıştır. İş yerleri de zaten bu yüzden genellikle mutlu bir yer değil de, bozulmuş ve sorunlu ilişkilerin yaşandığı mekânlardır. Oysa kudretli biri, diğer kişiyi, kendi duyguları ve hayalleri, kendi ihtiyaç ve arzuları olan ayrı bir insan olarak görür. Kudret, başkalarına zaman ve dikkatini vererek, onlara ilgi gösterdiğinizi, onları gerçekten takdir ettiğinizi, onlara empati ve saygı gösterdiğinizi gösterir. Kudretin bu özellikleri diğer kişiye yardım eder, ona güç verir ve sağlam bir ilişki kurulmasını sağlar.

 

2. Kontrolden Etkiye Olan Geçiş

Zorlama, kontrol edemediğiniz şeyleri (genellikle başka insanları) kontrol etme çabasıdır; oysa kudret, etkilemenin ustalığı ve uygulamasıdır. Birçoğumuz, çok tehlikeli bir şey öğrenerek büyürüz, bu da, başka kişilerin bizim mutluluğumuzdan sorumlu oldukları düşüncesidir. Bu yanlış düşünce, ilişkilerimizin en önemli niyetini ortaya koyar: o da mutlu olabilmemiz için, başkalarının bizim istediğimiz şeyleri yapmaları, söylemeleri, olmaları veya vermelerini gerektiği inancıdır. Bu durumda aslında başkalarından beklediğimiz şey, onların bizleri kendi mutsuzluğumuzdan kurtarmalarıdır! Sonuç olarak başkalarını kontrol etmeye çalışırız ve onları zorlarız. “Bunu yapsalar iyi olur, yapmalılar ve yapmak zorundalar…”gibi sözcükleri kullanarak, zorlamayı önce zihnimizde başlatırız. Ve istediklerimizi yapamadıklarında bu, duygusal alanda hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Ancak bazen de, istediğimiz gibi oluyor ve davranıyor veya istediğimiz şeyi bize veriyor gibi görünürler. İşte o zaman biz hata yapıp, bizlerin onları ‘o hale soktuğumuzu’ düşünürüz. Bizi tembel kılan ve sonunda hayal kırıklığına uğratan şey, başkalarını kontrol ettiğimizi sandığımız düşüncesidir. Gerçek anlamda başkalarıyla ilişki kurmayı ve onları nasıl etkileyebileceğimizi öğrenmeye üşenmeye başlarız. İşleri başkalarını etkilemek olan birçok ebeveyn ve yönetici bu ‘tembellik’ tuzağına düşerler. Kontrol ettiklerini ‘sanırlar’, ancak aslında etmezler! İlişkilerimizin bir noktasında hepimiz başkalarını kontrol etmek için çalışmaya hazır görünürüz ve sonuç olarak etkili olan tutum ve ustalıkları geliştiremeyiz. Etkili olan tutum ve ustalıkları nasıl geliştiririz? İlk adım, başkalarını ve dünyayı kontrol etme çabasından vazgeçmektir. Birçok kişi için bu hiç de küçük bir adım değildir. Ancak bu noktada, stresinizin büyük bir bölümünün birden yok olduğunu göreceksiniz. İkinci adım ise, etkilemeyi öğrenmek ve uygulamaktır. Ama bu başka bir atölye çalışmasıdır ve onun adına hayat deriz! 

 

3. Direnmekten Kabul Etmeye Olan Geçiş

Bu en önemli etkileme yöntemidir ve onarılması gerektiren her ilişkinin temel ihtiyacıdır. Zorlama, doğru olmayan gibi görünene karşı direnmek ve onu değiştirmeye çalışmak demektir. Oysa kabul etmek, var olan durumu kabul ederek, başkalarının değişmesine yardımcı olan çok güçlü bir ilk adımdır! Direnmek genellikle geçmişe takılırken, kabul etmek şimdiye ve geleceğe odaklanır. Direnmenin altında yatan duygu korkudur ve tüm korkular egodan kaynaklanır. Sonuç olarak, her tür direnme aslında egodan çıkar.

 

Öyle görünüyor ki, hepimiz bir ego yaratmayı öğrendiğimiz için, tüm yaşamlarımızı direnmeyle geçiririz. Ego sadece yanlış bir öz anlayıştan kaynaklanır. Yanlış bir özdeşleşmedir aslında. Öz idrakımızı zihnimizde yarattığımız bir imge veya düşüncede kaybettiğimizde egoyu yaratırız. Olmadığımız bir şeyden bir kimlik yaratmaya çalışırız! Olmadığımız her şeyin değişken olduğunu anlamayız! Olmadığımız her şey kaybolabilir, zarar görebilir, tehdit altında kalabilir veya başka bir yere taşınabilir. Olmadığımız bir şeyle özdeşleştiğimiz zaman özümüzün zarar görebileceğine, tehdit altında kalabileceğine, başka bir yere taşınabileceğine veya kaybolabileceğine inanmaya başlarız. Bunun sonucu olarak, bilincimizin enerjisini korkuya dönüştürürüz. Korku duygusunu deneyimlemeye başlarız. Ve korku her zaman, herkes ve her şey ile olan ilişkilerimizde direnci yaratır. Bazıları bu korkuyu öyle geliştirir ki, tamamen içlerine kapanırlar ve kimseye açılamazlar. Açılmalarını sağlayacak her şeye karşı da direnirler. Çoğumuz idare eder ve fark etmeden korkularımıza katlanırız! Korkumuzun yarattığı direnme sonucu ortaya çıkan mutsuzluğumuzu gidermek için de eğlence, yemek, alışveriş ve belki de başka insanlar gibi çeşitli uyuşturuculara başvururuz! Hepimizin kaçış noktaları vardır!   

 

Tüm çatışmalar, aslında sadece iki insan arasında karşılıklı bir direnmeyle başlar ve sonra da kontrolden çıkar. Herkes ve her şey ile ilişki kurmak için tek yolun, kabul etmekten geçtiğini fark ettiğimiz zaman, yaşamımız gerçekten başlar. Herkesi ve her şeyi olduğu gibi kabul etmek, kendine içten gelen derin bir mutluluk yaratmaya izin vermek anlamına gelir. Buna hoşnut olmak denir. Tek yapmamız gereken şey bağımlı olmaktan ve olmadığımız şeylerle özdeşleşmekten vazgeçmektir. Kabul etmenin kudreti hoşnutluğa giden yoldur. Korku bu yolun üzerinde yavaş yavaş kaybolur. Gerçekten de çok kolay! 🙂 

 

  4. Söylemekten Sormaya Geçiş

Bu, başkaları üzerinde gücünüzün olduğunu düşündüğünüzde gerçekleşir, oysa hiçbir güce sahip değilsiniz ve başkaları üzerinde de güç kullanamazsınız. Ancak, başkalarıyla birlikte güç kullanabilirsiniz! Güç kullanmak başkalarına devamlı söylemek, söylemek, söylemektir ve bir diktatörü kimse sevmez, oysa kudret ‘akıllıca sorma’ sanatıdır ki başkaları kendi potansiyellerini keşfederek kendi yollarını çizebilsinler. Başkalarına yol göstermenin ve güven, saygı ve anlayış üzerine kurulmuş ilişkilerin özünde bu yatar. Şu çok açıktır ki, başkalarına bir şey söylemeye başladığınızda, düşündüğünüz ve inandığınız bir şeyi başkasına zorla kabul ettirmeye çalışırsınız. Tabii ki, bazı bilgileri paylaşmanız istendiyse veya söyledikleriniz en son haberler veya ne hissettiğinizle ilgiliyse durum farklıdır. Kabul ettirmeye çalıştığınızda, emir verdiğinizde, talep ettiğinizde veya beklentide bulunduğunuzda söylediğiniz sözlerle zor kullanmakta olduğunuz anlamına gelir. Bu başkalarını manipüle etmek için zekice saklanmış iletişim yolları aracılığıyla yapılabilir. Bu da, tekrar kontrol etme moduna döndüğümüzü gösterir.

 

Sizi dinleyen diğer kişi açık ve ilgili bir biçimde sizi dinlemeye başlayabilir, ama söylediklerinizi yumuşatmadığınızda kısa zaman içinde kulaklarını ve zihnini size kapatmaya başlar. Bunu herhangi bir ergenin ebeveynine sorabilirsiniz! Gelişen bir ilişkinin büyük sırlarından biri sormak, sormak, sormaktır. Bu, açılmak için bir davettir; düşüncelerine değer veriyorum ve ‘kendimi sana açtım’ anlamına gelir. Ayrıca diğer kişiye saygı duyduğunuzu gösterir. Düşüncelerini paylaşmaları için onlara yardım edersiniz. Hepimiz biliyoruz ki, bu ilişkileri beslemek için en güçlü yöntemdir. Ancak bunu çoğunlukla unutuyoruz!

 

Zorlamadan kudrete geçiş yapabilmek için öz-farkındalık sürekli geliştirilmelidir. Ancak o zaman güçlü bir yöntem olarak yarattığımız anları ve davranışlarımızı fark etmeye başlayabiliriz. Bunun ana göstergesi, herhangi bir mutsuzluk duygusu ve “istediğimi elde edemiyorum” düşüncesidir.

Zorlamak yerine kudrete geçmek bir teknik değildir. Uyanan bir öz-farkındalığın sonucu olarak, yeni davranışlar sergilemek ve daha derin ve aydınlanmış iletişim kurabilmek için doğal bir önkoşuldur.  

 

Soru: Varsayalım ki yukarıda bahsedilen tüm dört geçişi yapabilmektesiniz. Sizce hangisine en çok odaklanmanız gerekli?

Düşünce: Sizce, zorlamaya çalıştığınızı gösteren en sık sergilediğiniz davranışlarınız hangileri?

Eylem: Sıkça gördüğünüz üç kişiyi seçin, onlara karşı ne tür zorlama kullandığınızı hatırlayın, onun yerine nasıl davranabileceğinizi hayal edin ve önümüzdeki hafta bu ilişkilerde bunun pratiğini yapın.

 

Toplumun neredeyse her alanında –  zor kullanmanın her zaman haklı görüldüğü bir dünyada yaşamaktayız. Dünden daha hızlı bir şekilde geleceğe doğru zor kullanarak yaşarken, hıza da tapmak bizim için daha da gergin bir yaşamı neredeyse garantiliyor! Özü ve değerleri öne çıkarmak yerine, tercihimiz olan hız ve yüzeyselliğe bağımlılığımız, doğadan daha çok enerjiyi zorla elde etmeme neden olmaktadır.

 

Eğlence dünyasının istilacı gücü ve onunla birlikte gelen reklamcılık, duygusal manipülasyon kullanarak aslında kendimizi bağımlı hale getirdiğimiz duyguları daha da çok yaratmamıza neden olmaktadır. Filmlerde ve televizyonda izlediğimiz hayali sahnelerin çoğu, başkalarına kendi isteklerini zorla yaptırmaya çalışan insanlar hakkındadır! Bunun sonucu olarak, yaşamın “zor kullanmak” tan ibaret olduğunu ve başarının da sadece zor kullanarak elde edilebildiğini öğreniriz!

 

Pazarlamanın misyonu ve kullandığı güç, ihtiyacımız olmayan şeyleri istediğimize bizi inandırmaktır! Algılarımızı ve isteklerimizi bu gücü kullanarak devamlı belli bir yere çekerek, kararlarımızı yönlendirebilmektir.

 

Öte yandan, bu tür bir güç(zor)  kullanımına zihinsel ve duygusal açıdan boyun eğmemeye karar verdiğimizde, kendi gücümüzü açığa çıkartırız. Güç, başkalarının manipülasyonlarını fark edip, onların ötesini görebilme kapasitemizdir. Medyanın yönettiği bir dünyanın birçok penceresinden bize sunulan duygusal uyaranlardan etkilenmeyip sakin kaldığımızda, gücümüzü kullanırız. Başarının, dünyada devamlı bir kazanım sağlamak değil de, kendimizi yönetmek anlamına geldiğini idrak ettiğimizde güçlü oluruz.

 

Yaşamımızı istila etmeye ve şekil vermeye çalışan dış güçleri kontrol edemeyeceğimiz açıktır. Bu güçler karşısında, sadece gün-be-gün ve an-be-an hayatımızı nasıl yaşayacağımız konusunda seçimler yapabiliriz. Neredeyse her an için bir seçimimiz vardır!

 

‘Zor kullanmaktan güce’ geçmek için özel yaşamımızda kullanabileceğimiz dört önemli geçiş daha vardır.

 

  1. Almak Yerine Vermeye Geçiş

Hepimiz alma halindeyiz! Tamam, belki hepimiz, her zaman, her durumda değil! Fakat çoğumuz sanki almak için programlanmış gibiyiz. Yaşamın almak anlamına geldiğini ve fırsat buldukça eşya sahiplenmek gerektiği düşüncesi, yaşamımızda zor kullanmamızı desteklemektedir. Fırsatlar geldikçe ‘yakalamamız/almamız’ gerekir, başka birini hayatımıza ‘sokmak/almak’ zorundayız, yaşamak için para ‘kazanmak/almak’, rahat bir yaşam sürdürmek için bir şeyler ‘almak’ gerekir! Bu tür düşünceler, ihtiyacımız olduğunu sandığımız, ama aslında arzuladığımız şeylerin bize verilmesi için hayatı zorladığımız anlamına gelir.

 

Bazı aydınlanmış ruhlar, daima istedikleri şeyler hakkında düşünüp devamlı onları elde etmek ve çoğaltmak isterlerse, sadece korku, gerginlik, hayal kırıklığı ve öfke gibi ‘üzüntü duyguları’ yaratacaklarını fark ederler. Hayatımızdaki para akışının sürmesi için yaşadığımız gerginliklerdense hiç söz etmeyelim! Bu aydınlanmış kişiler, almak için değil, kendimizden bir parça vermek için geldiğimiz, varoluşumuzu sunmak ve enerjimizi paylaşmak için buraya geldiğimiz gerçeğini anlamışlardır. Doğal olan da budur. Onlar insan doğasının önde gelen dürtüsünün ‘vermek’ olduğunu söylerler. Onlar ‘vermenin gücünü’ anlamış ve sadece içimizden gelerek verdiğimizde, belki çelişir görünse de sevginin ortaya çıktığını kavramışlardır. Birçoğumuz, yanlışlıkla, ‘eşya’ ve insanlarda ararız gerçek güveni, ancak sevgi dolu olduğumuzda onu buluruz. Vermeyi sevmek ve sevgiyle vermek bizi içten içe güçlü kılar.

 

  1. Yargılamaktan Merhamete Geçiş

Birini veya bir olayı kınadığımız veya yargıladığımızda ne kadar gerildiğimizi genellikle fark etmeyiz. Bu sadece televizyonda gördüğünüz bir kişi veya bir olay olsa bile. Yargılamanın neden zorlayıcı bir tutum olduğunu görmek kolay değildir. Başkalarının işledikleri suçları, duygularını, kararlarını ve hatta en küçük davranışlarını bile anında yargılamaya hazırız. Yargılamak ve kınamak, başkalarının geçici olarak kendi bilgelikleri ile olan bağlarını kaybetmelerinden ötürü yanlış kararlar vererek, hata yaptıkları gerçeğine bizi kör eder. Çocukluklarından kalma bir inanç sistemi tarafından programlanmaları, onların bugünkü eylemlerini etkilemektedir. Onları yargıladığımızda, bunu ‘görmüyoruz’ veya göremiyoruz.

 

Birini kınadığımızda kendimizi sadece huzursuz etmekle kalmıyor, aynı zamanda mutsuz oluyoruz, başkasına istediğimiz gibi görünmesini, yapmasını veya olmasını zorla yaptıramadığımız için! Ne kadar haklı olduğumuzu düşünmemiz hiç önemli değil; bu ne olursa olsun bir kibir göstergesidir. Ve bunların hepsi kafalarımızın içinde olmaktadır. Yargılayıcı tutumumuzun altında yatan duygularımız yok olmadıkça, merhametin bilinç seviyemize erişmesi mümkün değildir. Merhametin kudreti, kabul etme ve anlayıştan gelir. Başkalarını yargılamayı, dünyayı ve herkesi zihnimizde düzeltmeye çalışmayı bıraktığımızda ve mükemmel olmasa da, her şeyin tam da olması gerektiği gibi oluşup geliştiğini fark ettiğimizde merhametli olabiliriz. Merhamet başkalarının uyguladıkları her tür şiddetin, onları yargılamamız için bir sebep olmadığını; sadece bilinçsiz ve aydınlanmamış olmaları nedeniyle uyku halinde oldukları ve içten acı çektiklerini anlamanın bizim için bir fırsat olduğunu kavradığımızda ortaya çıkar.

Yargıladığımız an, kendi yargımızın da bir tür şiddet olduğunu görmek kolay değildir.

 

  1. Pozisyonla Elde Edilen Güçten İlişkisel Güce Geçiş

Birçok kişi için pozisyonları güç anlamına gelmektedir. Bazıları, bir şeyi yaptırmak veya başkasını manipüle etmek için pozisyonlarını kullandıklarında, zor kullandıklarını ve bu yüzden de güçlerini azalttıklarını fark ederler! Birisinin pozisyonunun gücünü kullanarak, bizi bir şeye yapmaya zorladığı anları hepimiz biliriz. Kendileri için istedikleri bir şey için bizi bir şey yapmaya veya olmaya zorlamaya çalışırlar. Genellikle de bizleri bazı sonuçlarla tehdit ederler. Biz de en kısa zamanda kendimizi onlara karşı kapatır ve hatta onlardan uzaklaşırız.

 

İlişkisel güç ise diğer kişiyi kabul eder. Karşılıklı güven ve saygının gelişmesi için bir alan oluşturur. Bu tür bir ilişkide, iki taraf da vericidir ve enerji akışı iki tarafa akarak, iki tarafı da güçlendirir. Zorluklar çıktığında sarsılmayan ilişkisel bir temel atarlar.

 

Pozisyonun gücü karşı tarafı kontrol etme çabası üzerine kuruludur. İlişkisel güç ise diğer kişiyle birlikte çalışır. İki tarafın işbirliği ve yardımlaşmasıyla birlikte oluşturduğu ve paylaştığın dengeli ve sevgi dolu bir ilişkinin temelidir.

 

  1. İnançlardan Değerlere Geçiş

Zor kullanma, öğrenilmiş inançlara göre yaşama ve bu inançları başkalarına zorla kabul ettirme çabasıdır. Oysa güç, bilinçli bir şekilde kendi değerlerini bilmek ve başkalarını zorlamadan, karar ve eylemlerinin bu değerlere göre gerçekleşmesine izin vermek anlamına gelir. Örneğin, rekabete inandığınız için rekabetçi bir toplumu onaylıyor musunuz? İnanıyorsanız eğer, korkunun yarattığı tüketen bir enerjiyle beslenen bir güç (zor) kullanıyorsunuz – kaybetme korkusu. Yoksa işbirliğine değer verdiğiniz için başkalarına birlikte çalışmak için ilham mı veriyorsunuz? Öyle yapıyorsanız eğer, o zaman sevginin güç veren enerjisini kullanıyorsunuz! Ama rekabete inandığımız müddetçe, bu düşünce birlikte çalışabileceğimiz bir kültür oluşturmamızı engeller.

 

Birçoğumuz hayatımızı inanç ve inanç sistemlerini yakıt gibi kullanarak yaşamayı öğreniriz. İnançların bilincimizde var olan ve dışarıya karşı zor kullanmamızı ve tutum ve eylemlerimizle onamamızı gerektiren statik bir oluşum olduğunu nadiren idrak ederiz. İnançlar, algı ve davranışlarımızı katı olmaya yöneltirler. İnançlara meydan okunabilir ve tehdit edildiklerinde ise, genelde savunma gücünü gerektirirler. İnançlar inceden inceye bağımlılıklarımız haline gelir ve değerlerimizi yaşamamıza, onlara enerji vermemize engel olurlar. İnançlar, doğru olduğunu zannettiğimiz şeylerdir, doğru olduğunu bildiğimiz şeyler değil. Hâlbuki değerler ise, herhangi bir anda neye önem verdiğimizdir, böyle anlarda biz gerçek kendimiz oluruz.

 

Kendimizi inançlarımıza ve onları inşa etmek için gereken prensiplere bağımlı kıldığımızda, başkasını sevme ve özen/ilgi gösterme yeteneğimizi azaltırız. Özen göstermeye olan inanç, diğer kişiye gerçekten değer verdiğimiz için özen/ilgi göstermekle aynı değildir. Doğru olanı yaptığınızı düşündüğünüz için biriyle ilgileniyorsanız, bunu daha çok bir görev gibi yaparsınız ve bu da bir tür şiddet anlamına gelir. Oysa güçlü bir davranış, doğal olarak sadece değer verdiğiniz için biriyle ilgilenmeniz anlamına gelir.

 

Ancak, diğer kişinin inançları bizimkinden farklı olduğunu için o kişiye daha az önem verirsek, inançlarımıza olan bağımlılıklarımızın gücü, değer verme gücümüzü alt eder. İnancın altında zorlama yatmaktadır, oysa değerler gücü desteklemektedirler. Başka bir şey üzerinde güçlü olmak veya başkasından daha güçlü olmak yerine, bilincimizin gücünü ortaya çıkartmak, yani içsel bilgeliğimiz aracılığıyla inançlarına bakmaksızın herkesi kabul edip kucakladığımız ve onlara değer verdiğimizde ortaya çıkan güç…

 

  1. Hayatta Kalmaktan Hizmet Etmeye Geçiş

Kendiniz için mi buradasınız yoksa başkalarına hizmet etmek için mi? Zor kullanma, yaşamın amacının hayatta kalmak olduğu düşüncesinden ortaya çıkar. Bu yaşamımızı bir mücadele haline getirir ve korku duygusu olarak bilinen ruhsal bir zayıflık geliştirmemize neden olur. Yaşamın amacı hizmet olduğunda, vermenin amacı ve eylemi, adına sevgi dediğimiz gelişim ve ruhsal gücün temelini oluşturur. Bu içsel gücümüz gerçek olduğunda, hayatta kalmak asıl amaç olmaktan çıkar.

 

Neden buradayım? Hepimiz neden buradayız? Bu tür soruları çoğu kişi hayatlarının bir döneminde sorarlar. Az sayıda kişi ise hayatın anlamını ciddi bir biçimde anlamaya çalışırlar. Hepimize ‘önce ben’ felsefesi ve dışarıdaki dünya çılgın ve tehlikeli olduğu için, önce kendini düşünmelisin gibi düşünceler aşılandı! Böylece varsayılan amacımız hayatta kalmak haline geldi, çünkü koca evren içinde yer alan gezegenimizdeki varlığımızı böyle yorumlamamız gerektiği bize öğretildi. Bu düşünceyi kendi küçük dünyamıza uyguladığımızda, sanki anlamlıymış gibi görünebilir. Fark edemediğimiz, hayatta kalmak durumunun korku durumuyla eşit olmasıdır ve bu da mutsuzlukla eşittir. Böylece, yaşamın anlamı devamlı süregelen bir mutsuzluk haline katlanmak zorundaymışız gibi görünebilir. Bu konuları fark edip aralarındaki ilişkiyi görmek kolay değildir.

 

Yaşamın amacının hayatta kalmak olduğu fikri, diğer insanlardan olmasa bile, kendi bilincimizde kendimizi ayırmamıza yol açar. O zaman da hayatımızı bir yaşam savaşı olarak görürüz ve ölümü atlatmak zorunda olduğumuzu düşünürüz. Böylece yaşam, sadece devam edebilmek için bile birçok zor kullanma anı gerektiren bir hayatta kalma dersine dönüşmüş olur.

 

Bazıları, başkalarına hizmet etmek, onlara vermek, yardım etmek ve rehber olmak için burada olduğumuzu bilirler. Hizmet etmek, kendinizi başkaları için değerli kılmaktır! Bunu anladıkları an, hayatta kalmak artık mesele olmaktan çıkar! İşte o zaman kendi değerinizin ve yaşamınızın daha anlamlı olmaya başladığını görürsünüz. Bu yüzden bazı kişiler, zor bir yaşam sürmek zorunda olanlara yardım etmek için, kendi rahatlıklarından vazgeçerler. Hayatta kalmaktan hizmet etmeye geçiş yaptıklarında ortaya çıkan gücü anlarlar.

 

Soru: Farz edelim ki, yukarıdaki geçişlerin hepsini yapabiliriz. Sizce hangisini ilk olarak yapmanız gerekir?

 

Düşünce: Yaşamı zor kullanarak yaşadığınızı size söyleyen en güçlü iki inancınız hangileridir?

 

Eylem: Sıkça gördüğünüz üç kişi daha seçin, onları geçmişte ne türde zorladığınızı hatırlayın, zor kullanmadan nasıl davranabilirdiniz diye düşünün ve önümüzdeki hafta onlarla olan ilişkilerinizde bunu uygulayın.

 

 

Mike George 2014